Efsanelere Konu Olmuş Deniz Yaratıkları

Efsanelere Konu Olmuş Deniz Yaratıkları


Eski zamanlarda yaşayan denizciler, denizin dibinde neler yaşadığını, ne gibi sırların olduğunu her zaman merak etmiştir. Bu merak Antik Çağlardan beri süregelmiştir. Bu bilinmezlik denizcilerde farklı bir gizem oluşturuyordu. En ufak bir olayın bile doğaüstü güçlerin etkisiyle gerçekleştiğine dair bir algı vardı. Bu durumun tek nedeni de denizlerin altındaki çözülmemiş sırlardı. Denizin alt tarafı hiç bilinmediği için burası, farklı canavarların ve ruhların yaşamlarını sürdürdükleri bir alem olarak hayal edilirdi.

1400 ve 1500’lü yıllara tekabül eden Büyük Keşifler Çağı olarak bilinen 5 asır öncesine denk gelen zamanda denizcilerin denizler hakkında sahip oldukları bilgiler çok sınırlıydı. Bu denizciler bilinmeyen denizlere yelken açarak yaşıyorlardı. İletişim kaynaklarına sahip olmadan kıyıdan çok ileri mesafelere açılmak cesaret isteyen bir işti. Üstelik buraları da bilen kişi sayısı bir eldeki parmak sayısını geçmezdi. Denizin ortasında büyük bir bilinmeyende küçük bir gemi ile yol almak hiç de kolay değildi. Denizcileri en çok korkutan şey ise yaşadığına inandıkları korkunç deniz yaratıkları ile karşılaşma düşüncesiydi.

Orta çağ zamanlarında bilimsel konularda referans alınan bazı isimler vardı. Platon ve Aristo gibi Antik Yunan düşünürlerinin fikirleri o dönemlerde sıkça başvurulan kaynaklardı. Keşifler Çağının ilk dönemlerinde denizciler karşılaştıkları yaratıkları açıklarken mitolojik bilgi ve belgeleri dikkate alırlardı. Yarı insan yarı balık şeklinde betimlenen denizaltı krallığında hayat süren deniz yaratığı Antik Çağdan beri varlığına insanlar tarafından inanılan bir türdü. Bu yaratıkların kadınları ise Siren adı ile anılmaktaydı. Sahip oldukları güzellikleri ile denizcileri baştan çıkarırlardı ve onların ölümlerine yol açarlardı. 

1493 yılında Kristof Kolomb, Haiti civarında 3 tane deniz kızı gördüklerini belirtmiştir. Bu deniz kızlarının bilindiğinin aksine çirkin olduklarını ve suratlarının aynı erkek suratı gibi olduğunu ifade etmiştir. Bu görünen cisimlerin deniz kızı mı yoksa başka bir şey mi oldukları bilinmiyor ancak bölgede yaşayan Karayip Manatilleri olma olasılıkları da yüksek gözüküyor. Henry Hudson yani dünyaca ünlü kâşif de 1608 yılında Norveç taraflarında mürettebattan birinin tanık olduğu olayı seyir defterine şöyle kaydetmiştir:

“Sabahleyin gemiden bakan bir dostumuz denizkızı görmüştü… Üst kısmı aynı kadına benziyordu. Vücudunun boyutu bizimkiler kadardı, teni beyaz ve uzun siyah saçları vardı. Saçları arkadan dökülüyordu. Sonra denize daldı ve onlar sadece kuyruğunu görebildiler. Yunusa benzeyen bir kuyruğa sahipti.”

Keşifler arttıkça Avrupa’daki bilgi birikimi çoğalmış, yeni bulunan hayvanlara ve yaratıklara ait gözleme dayalı çizimlerle mitolojik yaratıkların çizimleri harmanlanmıştı. 16. ve 17.yüzyıllarda yani Orta çağ Avrupa’sında üretilen kitapların pek çoğu deniz yaratıklarının tafsilatlı çizimlerine yer vermişti. Denizcilerin kimsenin görmediği bu hayvanları tasvir yapmaları bu kitapların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Denizcilerin anlatımları elbette ki gerçeküstü kavramlarla harmanlanmıştı. Bu hikayeler de ayrıca kulaktan kulağa yayıldıkça ortaya çıkan çizim bir hayli farklı bir hale gelmişti. 

Conrad Lykosthenes’in 1557 senesinde yayımladığı bir kitabında açık denizlerde yaşayan pek çok korkunç deniz canavarı tanımlanmıştı. Dev bir ıstakoz çizimi bu ansiklopedide yer alıyordu. Bu ıstakoz bir adamı mızraklayan bir canavar şeklinde görülmekteydi. İsviçreli Conrad Gesner’in kitabında da at kafasına sahip bir balık çizilmişti. Bu çizimler daha önce hiç bilinmeyen denizaltına ilişkin ilk çizimlerdi. Andreas Velleius tarafından yapılan 1585 tarihli çizimlerde de İzlanda haritasında sudan atlayan bazı canavarlar görülüyordu. Bunlar at başlı balık görünümüne sahiptiler.

O tarihlerde yaygın olan bir görüşe göre karada hayat süren her canlının okyanusta yani su hayatında bir benzeri olduğu düşünülüyordu. Bu çizimlere de konu olan deniz yaratıklarından en ilginç olanları ise deniz piskoposu ile deniz keşişi olmaktaydı. Almanya ve Danimarka kıyılarında rastlanan bu yaratıklar din adamlarının sahip oldukları cübbelere ve başlıklara benzer organlara sahiptiler. Danimarkalı zoolog Japetus Steenstrup 1855 senesinde bu meşhur deniz piskoposunun gerçekte bir kalamar türü olduğunu ifade etmişti. Bu yaratıklar hayal dünyasının bir yansıması olmakla birlikte gerçek hayvanlardan da bazı uzuvlarını almaktaydı. Masallara konu olan bu yaratıkların bazı özellikleri gerçek deniz yaratıklarından meydana geliyordu. Büyük bir ahtapotun dokungaç kısmını gören denizciler bu hayvanın geri kalan kısmını hayal güçleri ile tamamlıyorlardı. Bu tamamlama sonucunda ortaya çıkan yaratıklardan en ünlüsü “Kraken” isimli bir deniz yaratığıydı.

Yüzyıllar önce denizciler gemileri alabora eden güçlü kollara sahip Kraken’den sıkça söz etmişlerdir. Norveç ve İzlanda arasında yer alan sularda yaşayan Kraken’in kolları ayrıca çok da uzundu. Kraken’in boyunun 2,5 kilometre uzunluğunda olduğunu anlatan hikayeler bulunmaktaydı. Kraken normalde denizin dibinde hayatını sürdüren ve çok seyrek olarak insanlara saldıran bir deniz yaratığıydı. Kraken su yüzüne çıktığı zaman insanlar bundan çok korkarlardı. Çünkü Kraken denizden çıkıp tekrar denize daldığında denizde meydana gelen anaforların gemileri batırdığına inanılıyordu. Denizcilerin açık denizlerde meydana gelen anaforları açıklamada bilimsel bir bilgiye sahip olmamaları da böyle bir efsanenin doğmuş olabileceğini göstermektedir.

Deniz yaratıkları arasında konuşula gelen bir diğer önemli yaratıklar da deniz yılanlarıdır. Sonrasında Grönland Piskoposu olan Norveçli misyoner Hans Egede, Grönland uzaklarında gördüğü bir deniz yılanından bahsederken bile yılanın kuyruğunun bir geminin boyundan uzun olduğunu ifade etmiştir. Bu esrarengiz yaratıkların 11 metreye kadar uzanan boyları ile dev kürek balığı olduğu düşünülmektedir. Bu türün üst kısmında da çizimlerde görüldüğü gibi kırmızı dikenler bulunmaktadır. O tarihlerde derin denizaltı dalışları olmamasına rağmen denizcilerin bu efsaneleri nasıl meydana gelmişti? Tahmine göre bu çizimlerin ortaya çıkma nedeni, su yüzeyinde ölü halde bulunan deniz hayvanlarının denizciler tarafından görülerek farklı algılanmasıdır. 

20.yüzyılın başlarına kadar görülen deniz yaratıkları şöyle ifade edilmiştir:

Lusca: Bilinen dev ahtapotlardan daha büyük olduğu sanılmaktadır. Karayiplerde Andross açıklarında görüldüğü iddialar arasında yer almaktadır. Bu esrarengiz yaratığa ait kalıntılar 2011 yılında Bahama Adalarının kıyılarına ulaşmıştır.

Stronsay Canavarı: 1808’de meydana gelen fırtına sonrasında kıyaya vuran canavar, görenlerin ifadelerine göre yaklaşık 17 metre civarındaydı. İskoçya’nın Stronsay Adasında görüldüğü iddia edilmiştir.

St.Augustine Canavarı: 1896 senesinde kıyaya vuran çürümüş bir cismin ne olduğu ve hangi canlıya ait olduğu tanımlanamamıştır. Florida sahillerinde kıyıya vurmuştur.

Trunko: 1924 tarihinde Güney Afrika’da görülen bu canavar, anlatılanlara göre 14 metre boyundadır. Kutup ayısına benzemektedir. Filin hortumu gibi bir hortumu ve ıstakoza benzeyen bir kuyruğu bulunmaktadır.

Deniz ve okyanuslardan çıkarılan bu kalıntılar, mitolojik yaratıklardan ziyade köpekbalığı, yunus, balina gibi canlılara ait çürümüş kalıntılardan meydana gelmektedir. Bunlar yosunla kaplandığı için de ne olduğu anlaşılamamıştır. Çoğu kalıntılar da çürümüş bir balinaya ait olarak tespit edilmiştir. Mitolojik deniz yaratıklarına karşı meydana gelen bu yoğun ilgi bazı dolandırıcıları da harekete geçirmiştir. Sahte deniz kızı maketleri ya da iskeletleri Avrupa ve Amerika’da çok yüksek fiyatlardan satılıyordu. Adeta yeni bir pazar meydana gelmişti.1950’lerden itibaren gelişen yeni sualtı ekipmanları ve teknolojileri ile birlikte binlerce yıldır gizemini koruyan sualtı sırları nihayet çözüme ulaşmıştır. Bilimsel açıklamalar doğrultusunda tüm efsaneler açıklanmıştır.